Dertdeva Teyze

Dertdeva Teyze

11 Aralık 2014 Perşembe

ARKASI YARIN -7-

NEBAHAT'İN ÖLÜMDEN;
MUCİZE KURTULUŞU

          O sene ilkokulun üçüncü sınıfına başlayan Nebahat, arkadaşlarına ve öğretmenine kavuşmanın heyecanı ile okuluna erkenden gitmişti. Öğretmenini geçen şubat tatilinden sonra hiç görmemişti. İnşallah geri gelmiştir diye içinden geçiriyordu. Çünkü bir süre daha sevemediği ve geçici gelen o öğretmenine dayanamayacaktı. Öğrenciler yavaş yavaş sınıfları doldururken; eski ahşap üç katlı bir konaktan bozma bu on sınıflı okul, ilk gününün curcunası ile tahta zemini gıcırdayıp duruyordu. Okulun kocaman bahçesi ayva, nar, armut ağaçları ile doluydu. Okul binasının sol tarafında o dönemlerde kilise olarak kullanılan bir kocaman yapı daha vardı. Şimdi ise, ardiye ve spor salonu olarak kullanılıyordu. Bu eski yapının geçmişte çok anılara ve hayat hikayelerine tanıklık ettiği aşikardı. Nebahat bu nedenle tarih kokan bu okulunu bir başka seviyordu.
Zil çaldığında sınıfta ki tüm çocuklar heyecanla uzun zamandır görmedikleri ve yeni bebeği olan öğretmenlerini bekliyorlardı. Kapı açıldı; o da ne! gençten bir bayan girdi içeriye. Tüm öğrenciler şaşkın ve sessizce bakıyorlardı bu yeni gelen kişiye. 
Kadın: ''Ben, sizin yeni öğretmeninizim'' deyince.
Öğrenciler: ''Yine mi ?!'' derken, omuzları çökmüş yüzlerinde hüzün, boyunları bükülmüştü.
Okula yeni tayini çıkmış bu gençten öğretmen, çocukların bu haline şaşırmış ancak anlayışla karşılayıp, şefkatli bir şekilde davranmıştı. Okulun bu ilk günü, sadece tanışmak ve kendilerini tanıtmak ile geçmişti. Nebahat artık ümitsizliğe kapılmış, öğretmen konusunda şanssız olduğunu kabullenmişti. Ama bilemezdi; ilerleyen zamanlarda öğrencilerini çok seven, iyi yürekli bu öğretmenini gerçekten çok seveceğini.
O günün sonunda eve üzgün, süzgün birazda moralsiz dönmüştü. Aklında, yeni anne olmuş eski öğretmeni vardı. O'nu ne kadar da özlemiş ve heyecan ile beklemişlerdi oysa. Başka şehre tayini çıkmış olan öğretmeninin, öğrencilerine bir veda bile etmeyişi kırmıştı kendisini.
           Yeni öğretmene kendini ispatlamak için çok çalışıyor, derslerde katılımda bulunmak için didiniyordu. Nebahat çok zeki bir kız değildi. Ancak çalışma azmi ile hep sınıf birincisi oluyordu. Bu tavrı ile gitgide öğretmeninin dikkatini ve saygısını kazanmıştı. Öğretmeni; ilerleyen günlerde Nebahat'in çalışkan, disiplinli, saygılı ve adil oluşundan dolayı sınıf başkanı seçmişti. Çünkü verilen sorumlulukları yerine getiren tam bir görev adamıydı. Bu karakterinden dolayı öğretmenleri ve arkadaşları çok seviyorlardı. Ancak aynı zamanda kıskanılıyordu da. 
Öğretmeni ile bağları gitgide kuvvetleniyor, aralarında ayrı bir sevgi doğuyordu.
          Nisan başlarını çoktan geçmişlerdi. Havalar ısınmaya başlamış, doğa uyanmıştı. Baharın o enerjisi ile çocuklar daha bir yaramaz daha bir gürültücü olmuşlardı sanki. Kurban Bayramı'na bir kaç gün kalmıştı. Bu dört gün tatil, öğrenciler ve öğretmenleri için de iyi gelecekti. Nebahat ve kardeşlerinde ise ayrı bir heyecan vardı. Çünkü anneleri Nesibe hanım, bayramlardan önce kılık kıyafet almaya götürürdü çocukları. Doğum günlerinde ise fark etmezdi hangi çocuğunun doğum günü olduğu; üçünü birden alıp oyuncak mağazasına götürür, doğum günü çocuğunun şerefine kendilerine bir oyuncak almalarını isterdi. Üç çocuğunun doğum günlerinde olmak üzere senede üç kez tekrarlanırdı bu merasim. 
          Birkaç gün sonra gelecek olan bayram nedeniyle, sabah kahvaltıdan sonra Nesibe hanım çocukları kıyafet almak için mağazaya götürdü. Senede iki kere yaşanan bu bayramlar da Nesibe hanım kıyafet seçme hakkını çocuklara bırakırdı. Ancak çocukların seçimlerinde, fark ettirmeden yönlendirme yapardı. O bayram Nebahat kendine sarı renkten ikili bir takım beğenmişti. Önünde kocaman kırmızı çiçek motifli uzun kollu, sarı keten bir bluz ile aynı renk kumaştan pantolonunu almıştı. Son olarak kırmızı botları seçerek bayramlık kıyafetini tamamlamıştı. Tarçın bakırı saçları ile çok hoş gözüküyordu. Aynada kendine hayran hayran bakarken, kardeşlerinin ne aldığını bile görmedi.
(görsel internetten alıntıdır)
Mutluluğu ve heyecanı çenesine vurmuş, eve gelene dek hiç susmamıştı. Sürekli konuşuyor ve bir şeyler anlatıyordu. İki gün nasıl geçecek diye hayıflanıyordu. Akşam yemeği sonrası, konuşmaktan o denli yorulmuştu ki koltukta uyuya kalmıştı. 
         O iki üç gün, düşündüğünden de  çabuk geçmişti. Nebahat yarın ki bayram için akşamdan banyosunu yapmış, mis gibi kokmuştu. Giysilerini başucunda hazırlamış ve hemen uyumak için yatmıştı. Bir an önce sabah olsun istiyordu. Ancak heyecandan zor uykuya dalmıştı.
         Bayram sabahı, uyandığında anne ve babasının erkenden uyandığını, kurban için hazırlık yapmakta olduklarını görmüştü. Demek ki babası bayram namazına çoktan gidip gelmişti.Hemen babasının ve annesinin ellerini öpüp bayramlaştı. Kardeşleri ve Feride ablası da uyanınca bayramlaşıp kahvaltı yapmak için masaya oturdular. Kahvaltı sonrası kardeşleri ile yeni cicilerini giydiler. Sıra komşu teyze ve amcaları ile bayramlaşmaya gelmişti. Bu bayram komşularının bazıları minikte olsa harçlık, bazıları şeker, bazıları ise mendil vermişlerdi. Nebahat'in üç mendili, on bir lira yirmi beş kuruşu ve bir avuçta şekeri olmuştu. Ellerinde şekerleri ile kurban kesilen alana gittiler. Biraz amcaları izlediler. Sonra eve döndüler. Kurban etinden yapılmış kavurma ve pilavı yemek için masaya oturdular. Ancak o kadar şeker yemişlerdi ki hepsi, annelerinin korkusundan tokta olsalar yemekten tırtıkladılar öylesine. Sonrasın da bahçeye, arkadaşları ile oyun oynamaya çıktılar. Tatilin ve bayramın tadını çıkarıyorlardı.
 (Görsel internetten alıntıdır)
 Bir ara kardeşi Bora; ''Abla, gel bakkala gidelim. Harçlıklarımızla bir şeyler alalım'' dedi.
Nebahat'te onaylayınca, sitenin hemen çıkışında ki mahalle bakkalına gitmeye başladılar. Ancak yaklaştıklarında kapalı olduğunu gördüler. Kurban işlemleri ile ilgilendikleri için kısa bir süreliğine kapatmışlardır diye düşündüler. Bora, okulun oradaki bakkala gitmeyi önerdi. Ancak güvenlik amacıyla çıkışta ki kulübede bulunan bekçi amcaları izin vermemişti. Haliyle boyunları bükük siteye geri döndüler.
Bora ise vazgeçmiyordu. Bu sefer ablasına; 
''Bir fikrim var. Neden şu derenin kenar bentlerinden yürüyerek gitmiyoruz ki?'' diye sordu.
Nebahat; ''Çok tehlikeli. Görmüyor musun dere coşmuş, güldür güldür akıyor. Düşeriz falan. Olmaz.'' demişti.
Hakikaten dere bahar ayları olduğu için eriyen kar sularından dolayı çoğalmış coşmuş ve çok kuvvetli akıyordu. Yazları nispeten sular azalıp daha sakin ve dingin akardı. Çocuklarda eğlence olsun diye bazen kaçıp bu bentler üstünde yürürlerdi. Gerçi Nebahat hiç denememişti.
Dere dağdan gelip, şehrin düzlükte ki mahallesinde bulunan bu fabrika ve tesislerinin kenarından geçip yine şehrin içinden geçen sonra Rusya topraklarından Karadeniz'e akan, büyük nehre dökülürdü.  Bu nehir o kadar kocamandı ki, yolda kaza yapıp nehre uçan arabalarda ki insanlar kurtarılamadan ölürdü. Sanki yutardı insanları. Nice canlar yanmıştı. Büyükler anlatırlardı  da Nebahat dinlerken tüyleri diken diken olurdu. O nedenle bazen korkardı böyle kuvvetli akan bu dereden ve nehirden.
Bahar aylarında böyle coştuğu ve suları çoğaldığı için yerleşim alanlarına zarar vermemesi için dereyi ısla etmişlerdi. İki yanına bir buçuk metre kalınlığında üç metre den fazla yükseklikte kalın beton duvarla kaplamışlardı. Site girişinin altından geçerek, site girişini arkasında bırakarak nehre doğru akıyordu. Derenin site içinde azda olsa kalmış kısmının üzeri ise betonla kaplanmış otopark olarak kullanılıyordu. Bu kapalı alana girmeden önce küçük bir şelaleyi andıran ve iki üç metre aşağıya dökülen su, bu üzeri beton ile kaplı alana akarken ve karşıdan çıkıp giderken inanılmaz ses yankılanır kulakları sağır edercesine bir gürültü çıkarırdı.
          Bora'nın ısrarlarına dayanamayınca Nebahat olur dedi. Hem o bakkalda kırtasiye malzemeleri de vardı. Satın alabileceği çeşitler daha çoktu. Önde Bora arkada Nebahat; bekçinin görmeyeceği çeviklikle, bentin önüne uyduruktan konulmuş o taş blokun yanından sıyrılarak bentin üstüne çıktılar.  
Yavaş yavaş yukarı doğru yürümeye başladılar. Nebahat'in yüzüne akan derenin su zerrecikleri çarpıyordu. Serin ve gürültülü bu derenin bentinde yürümeye devam etmekten caymıştı bile. Bora'ya seslendi ancak sesini duyuramadı. Avazı çıktığı kadar bağırarak vazgeçtiğini duyurmaya çalıştı yine olmadı. İçine bir korku gelmişti ki sormayın. O an olduğu yerde yığılıp oturdu. Bora ise  ilerlemişti bile. Nebahat ise içinden bu sakar kardeşinin düşmeden bu kadar nasıl ilerleyebildiğine şaşıyordu. Kardeşi dönüp baktığında ablasının çok geride oturur görünce meraklanmıştı.
Bora; ''Abla ne oldu?'' dedi. 
Ablası Gururuna yediremedi. ''Biraz dinleniyorum'' dedi. Sonra akan dereyi izlemeye başladı. Ne kadar da kuvvetli akıyordu. O minik şelalenin önündeki kaya parçalarını nasılda çarpıp döver gibi ses çıkarıyordu. Sonra gümbürtüyle şelaleden akıp köprü gibi yapılmış, üstü site otoparkı olarak kullanılan tünel gibi yere akıyor derenin orada sesi daha fazla yankı yapıyordu. Güldür güldür akan dereyi seyre dalmış, bu sebepten de başı dönmeye başlayınca ayaklarının üstüne kalkamamıştı.
Nebahat sonrasını hatırlamıyordu zaten. Sadece gözlerini açtığında suyun içinde bata çıka ilerlediğini fark etti. Ancak Nasıl düşmüştü? Suya ilk girişi nasıl olmuştu?  Zihninde en ufak bir kırıntı bile yoktu. 
Elinde on lirası ile o minik şelalenin dibinde ki kayaya çarpışını iyi hatırlıyordu. Nebahat'in çarpması ile kaya biraz hareketlenmişti ama şimdi yerinde duruyordu. Nebahat ise can havliyle bir ahtapot gibi sarılmıştı kayaya. Bora, koştur koştur Nebahat'in hizasına gelmiş;
''Aplaaaaa Aplaaaaa'' diye yırtınıyordu.
Nebahat ise; '' Anneme haber veeeer, anneme habeeer veeer'' diye bağırıyordu. Ama ne mümkün ikisi de seslerini birbirlerine duyuramıyordu.
Nebahat'in ayağında ki botlardan birinin bağcığı çözülmüş suyla gitti gidecekti. Ama Nebahat o kadar azimliydi ki o botu ayağında, parayı da elinde tutmak için kırk takla atıyordu. Gitgide kaya daha çok kıpırdanıyor santim santim ilerliyordu sanki. Aha da ölüyorum; tıpkı nehre arabalarla düşen o insanlar gibi diye düşündü. Şelaleden düşerse köprünün altından suyla beraber direk nehre dökülecekti. Ne hazin bir son yaaa. Öfff Bora, sakar Bora. Niye dinledim ki? diye kızarken dokuz yıllık yaşamının artık ne kadarını hatırlıyorsa ki çok kısa bir film şeridiydi. Hayatı zihninden o an geçiverdi. Umudunu yitirmek üzereydi. O sırada site yanında ki lisede okuyan ve oradaki yurtta kalan iki delikanlı aynı bentten bunlara doğru gelmiyorlar mı? Allahım!, Allahım!, yaşayacağım galiba! diye düşündü Nebahat. Çenesi soğuk sudan mı yoksa korkudan mı titriyordu bilinmez; kendisine yaklaşan gençlere korkudan büyümüş gözlerle bakıyordu.
Gençler önce, suda gördükleri o minyon kıza sakin olması için talimat verdiler. Ancak Nebahat şu saatten sonra kendisine bile güveni kalmadığı için artık kimseye güvenemiyor, durmadan ''Annemi çağırın, O beni kurtarır diye bağırıp duruyordu''
Gençlerin, Nebahat'i dinleyecek vakitleri yoktu. Biri tamamen aşağı sarktı diğeri ise sarkan arkadaşını ayaklarından tuttu ve kendi gövdesini de aşağıya sarkıtarak ayaklarının parmak uçlarını bendin diğer tarafına taktırdı. 
Tamamen sarkan genç Nebahat'e; ''Elini bana ver. Ben seni tutacağım. Arkadaşımda bizi çekecek. Tamam mı küçük kız. Sen hiç korkma'' diyordu. O zamanlar siyah beyaz televizyonları yeni olmuştu. Sinema filmleri izlemiş olsaydı, şu an yaşadığının tamda bir macera filmi gibi olduğunu idrak edecekti. Nebahat elinde ki on lira ile abinin eli arasında seçim yapmak zorunda kalmıştı. Parası düşmesin diye sıkmış olduğu elini açarak gence uzattı. Yapıştığı taşı bırakırken ayağında ki botu da taşla yuvarlanarak minik şelaleden büyük patırtı ile düştüğünü gördü. O arada genç Nebahat'i önce elinden sonra kolundan kavramayı başarmıştı. Birkaç saniyeyle Nebahat'in hayatını kurtarmışlardı. Yavaş yavaş yukarı birbirlerini çektiler. Nebahat  derede ahtapot gibi sarıldığı kayanın şelaleden düşüşünü görünce şoka girmiş, gözleri büyümüş büyümüş kocaman olmuştu. Gençler çocukta önemli bir şey olmadığını görünce eve gitmesini tembihleyerek site içine bıraktılar. Kuytuda kalan güvenlik kulübesinde ki bekçi olan bitenden habersiz Nebahat'i o sarı takımının çamurlarla kahverengiye dönmüş, saçı başı dağılmış sırılsıklam görünce korkuyla karışık heyecanla ailesine haber vermek için telefona sarılmıştı. Kardeşi de annesine haber vermek için önceden gitmişti. Nebahat ise darmadağın titrek kedi yavrusu gibi bir ayağında hırpalanmış bot, diğer ayağı çıplak, saçları dağılmış çamur içinde aksak aksak eve doğru yürüyordu. Yaptığı hatanın bedelini çok ağır ödemişti ödemesine de. Şimdi eve gittiğinde olacaklardan korkuyordu. Acaba annesi kızıp azarlayacak mıydı ? Babası ne diyecekti? Kafasında bu düşüncelerle surat ablaklaşmış, gözleri pörtlemiş, aval aval yürürken komşular şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Evin bulunduğu binaya vardığında annesi çoktan merdivenleri inmiş, çıplak ayaklarla kendisine koştururken gördü. Kızını kavradığı gibi kucağında eve götürdü. Sıcak bir banyo yaptırdı. Kuruladı giydirdi. Bu arada bir şeyler soruyor, sürekli konuşuyordu ancak Nebahat duymuyordu hiçbir şeyi. Yada duyuyor ancak algılayamıyordu. Şokta olmak böyle bir şeydi galiba. Bu sefer Bora'nın çenesi düşmüş, O konuşuyor anlatıyordu durmadan aynı şeyleri. Nebahat ise yaşadığı maceradan yorgun düşmüş bir süre sonra uyuya kalmıştı. Ancak bir iki saat sonra bağırarak uyanmıştı. Uykusunda; tatlı tatlı nehre düşerken görüyordu kendisini.
Ertesi gün bentlerin önünde o uyduruk direğin sağına soluna demirden yelpaze gibi bir engel koymuşlardı. Bir daha böyle bir olay yaşanmasın diye.
Uzuuun bir müddet her gece aynı kabusla uyandı Nebahat. Uyandığında vücudu tir tir titriyor, sonra rüyaymış, çok şükür hayattayım diyordu...
Hayattayım diyordu da bu hayatta kalmasını adını bile bilmediği yüzlerini hatırlamadığı o iki gence borçlu olduğunu hiç bir zaman unutamıyordu. Aklına her geldikçe dualarında onlara da yer veriyordu. Şimdilerde muhtemelen torun torba sahibi, dedeler yada büyükbabalar olmuşlardır. Belki Onlar da torunlarına veya dostlarına bu yaşamış oldukları macerayı anlatıyorlardır. Belki Onlar da, Nebahat'in Onları merak ettiği gibi, Nebahat'i merak ediyorlardır.
Kim bilebilir ki ?!.....
Çünkü bu olaydan sonra o gençleri gören olmadı. Bayram günü ailelerinin yanında olmayıp okul yurdunda kalan bu iki gence yaptıklarından dolayı Nebahat'in babası teşekkür etmek istemiş ama bir türlü bulamamıştı bu gençleri. Belki gerçekte vardılar, belki de yoktular. Belki de yaşam vadesi dolmamış olan Nebahat'i kurtarmak için, Allah'ın yolladığı insan kılığına girmiş meleklerdi.


- Dertdeva Teyze -


4 Aralık 2014 Perşembe

ARKASI YARIN -6-

CEYHUN'UN AKIBETİ

          Nebahat bu seneyi ikinci öğretmeniyle bitirmişti. Senenin ortalarında öğretmeninin bebeği dünyaya geldiği için uzun bir süreliğine, izine ayrılmıştı. Yeni gelen öğretmeni ise orta yaşlı ve oldukça da sinirli biriydi. Çocuklar öğretmenlerini sevmekten ziyade Ondan korkuyorlardı. Allah'tan Nebahat çalışkan ve derslerinde disiplinli bir çocuktu da öğretmeniyle pek sorun yaşamıyordu. Seneye yine kendi öğretmenleri gelecekti. Böylece Nebahat ve sınıf arkadaşları açısından her şey normale dönecekti.
          Okul dönüşü kardeşi Bora, her zaman ki sakarlıklarını gerçekleştirmişti yine. Nerede çamur, su varsa oralara düşüyordu. Hırkasını, önlüğünü bir yerlere taktırıp söküyor ya da kafası, burnu patlamış kanlar içinde eve geliyordu. Feride ise Bora'nın bu sakarlıklarından bıkmıştı. Okul giysilerinden artık kaç tane yedek vardı, sayısını kendisi de bilmiyordu.
Neyse ki artık okulların kapanmasına birkaç hafta kalmıştı. Bu işkence de bitiyordu bitmesine de Bora'nın sakarlıkları bitmiyordu. Bir keresinde köyde balkondan iki buçuk metre yükseklikten aşağıya killi toprağa düşmüştü. Allah'tan hiç bir şey olmamıştı. Ama ne olur ne olmaz diye yirmi dört saat hep kontrol altında tutmuşlardı. Bir defasında da yaylada, ablası Nebahat'in arkasından koşturuyordu ki kocamaaaan bir kayanın en sivri köşesine, çatadankk diye alnını geçirmişti. Alnının derisi iki üç santim sarkmış, kaşlarının arası yarılmıştı da kan durmadan akıyordu. O sıralar Nesibe hanım, çocukların yanına gelmişti. Oğlunu kaptığı gibi hemen alıp şehre hastaneye götürmüştü.  Artık kaç dikiş atılmışsa bilinmez birkaç gün sonra yaylaya kafası kocamaaan bir sargı ile sarılı olarak dönmüşlerdi.
(Görsel internetten alıntıdır)
Bora, ilkokul bitene dek böyle kazalar atlatıp durmuştu. Yine bir gün, sitede yokuş aşağı yolda tekerlekli tahta araba içinde kendini bırakmış, elindeki gazoz şişesinin üstüne düşünce sol kolunun dirsekten yukarısı, camlardan dolayı parçalanmıştı. O zaman da babası alıp hastaneye götürmüştü. Dikiş atılırken baba Nevzat bey gördüğü manzaradan dolayı bayılmıştı. Şaşkın ve korkudan gözleri pörtlemiş Bora ise donakalmıştı. Fakat kaza maceraları bununla kalmamıştı da. Birkaç kez ablasının da başına bela olmuştu sakarlıkları. 
          Okuldan eve geldiklerinde açlıktan ölüyorlardı. Annelerinin hazırladığı yemeği Feride ablası çoktan ısıtmıştı bile. El yüz, üst baş temizlendikten sonra masaya oturup karınlarını doyurdular. Nebahat hafta sonu için verilen ödevlerini yapmak adına evde kalmış ancak Bora, oyun oynamak için bahçeye çıkmıştı. Çok zaman geçmemişti ki kardeşi aşağıdan avazı çıktığı gibi yine ''Ablaaaaa'' diye bağırıyordu.
Nebahat balkona çıkıp aşağıya baktığında;
Bora: '' Ceyhun abi oyunumuzu bozuyor yaa''
diye şikayet ediyordu. Ceyhun ise oyunlarını dağıttığı çocukların arasında Nebahat'e pis pis sırıtıyordu.
Nebahat ise Ceyhun'a seslenerek : '' Çocukların oyunlarını bozma Valla gelirim oraya '' diye bağırmaya başlamıştı. Bağırmıştı bağırmasına ama kendisinden bir yaş büyük bu asi çocuktan da korkuyordu azıcık. Şimdiye dek sanki gizli bir anlaşma yapmış gibi birbirlerinin sınırlarını geçmiyorlardı. Ne olduysa bu aralar iyice azmış, Nebahat'e durmadan dalaşıyordu. 
Ceyhun ise; son zamanlar da site çocuklarının ve büyüklerinin Nebahat'e olan sevgisini ve saygısını kıskanır olmuştu. Nebahat'ten biraz tırsmasa şimdiye kadar Onun canına okurdu ya neyse. O da çocukların oyunlarını bozarak rahatsızlık veriyor, oynayacak arkadaşı kalmadıkça daha huysuz ve geçimsiz oluyordu. Ceyhun, beyaz tenli, zayıf, yaşıtlarına göre biraz uzun boyluydu. Siyah saçlı, gözleri fıldır fıldır olan bu çocuk; aynı zamanda yerinde pek duramayan hareketli bir veletti.
Görsel internetten alıntıdır)
Nebahat ise nasıl etmeli de bu çocuğu dizginlemeli bilmiyordu. Çocuklardan çete kurup, gidip bir güzel dövse, anne babasının soluğu kendi kapılarında alacaklarını da biliyordu. 
Ancak babasının her daim söylediği ''Haklı olmak değil, haklı kalmak önemlidir'' sözünü, Nebahat ilkelerinden biri yapmıştı. Bu nedenle yapacağı her ne olursa olsun haklılığını daim kılmalıydı. Ancak nasıl yapacağını bilemiyordu.
Gel zaman git zaman böyle bir iki hafta daha geçti. Okullar tatil oldu. Karnelerini büyük bir sevinç ile aldılar. Yazı ve tatili çok özlemişti Nebahat. En çokta köyünü ve köyde ki kuzuları, tavukları, börtü böceği özlemişti. Fakat bu yaz köye, anne ve babasının izinlerinin olduğu son ay gideceklerdi. Çünkü, Feride ablaları vardı artık yanlarında.
          O hafta bugün ki gibi her gün, hava çok güzeldi. Güneş parıldıyor, hafif bir rüzgar şarkı tutturmuş dans ediyor gibiydi. Tüm çocuklar, parkta okulculuk oynuyorlardı. Parkta bulunan banklı masalar bir sınıfı oluşturuyordu. Bu banklı masalarda dörder beşer çocuk oturuyor, ellerinde kalem kağıt ders işliyorlardı. Okullar tatil olunca, bir an boşluğa düşmüşlerdi ki tatil olmasına rağmen halen okulculuk oynayabiliyorlardı.
Ceyhun, çocukların yanına yavaş yavaş gelip silgilerini, kalemlerini alıp kaçıyor, defterlerini sağa sola dağıtıyordu. Nebahat tam öfkeden kızarmış, horozlanıp saldırmaya hazırlanmıştı ki, sitenin bahçıvanı Ceyhun'u uzaklaştırmıştı.
İki gün sonra Nebahat, sitenin hemen dışında bulunan bakkaldan ekmek almak için giderken Ceyhun'un balkondan yumurta ve sütünü aşağı döktüğünü görmüştü. Ama Ceyhun Nebahat'i görmemişti. 
Nebahat şaşkın şaşkın içinden ''Ne salak bir çocuk bu yaa. Ne yapıyor böyle?'' diye geçirmişti.
Bir iki gün sonra yine aynı şeylere tanık olunca iyice huylanmış merakına yenilip annesine sormaya karar vermişti. Bir akşam, annesini işten gelirken görünce ''Melek teyze'' diye seslendi. Melek teyzesi durup bakınca, yanına koşup olanları anlattı. Ancak kendisinin söylediğini söylememesini rica etti. Çünkü zaten hep oyunlarını bozduğunu böyle davrandıkça arkadaşlarının kendisinden uzaklaştığını, kendisinin söylediğini öğrendiğinde, olanların hepsinin suçunu kendisine atacağını belirtti.
Melek teyzesi de hoşgörüyle; ''Elbette kızım, sen merak etme'' dedi.
Böylece Ceyhun meselesinin de kapanmış olduğunu sandı zavallı Nebahat.
          Ceyhun akşam evinde yaşananlardan dolayı ilk aklına gelen ve rakip belirlediği Nebahat'ten şüphelenmişti ancak akıl sır erdiremiyordu. Bu yüzden düşündükçe öfkeleniyordu. Sabahı zor etmişti. Nebahat'in parkta olabileceğini düşünerek kahvaltıdan sonra soluğu orada almıştı. Ceyhun öfkeden kızarmış, ellerini yumruk yapmış yavaş yavaş Nebahat'in üzerine doğru ilerliyordu. Nebahat ise, şaşkın ve ablak yüz ifadesi ile Ona bakıyordu. 
İçinden ''kaç kızım, bu seni gebertecek'' dese de kaçma işlemini gerçekleştirmek için çok geç kalmıştı.Bu saatten sonra da gururuna yediremedi. Ölmek var dönmek yok diyerek gardını aldı ve bekledi. Parkta ki diğer çocuklardan da çıt çıkmıyordu. Bulundukları yerlerden biraz uzaklaşarak meydanı bu iki rakibe bırakmışlardı. Sessiz ve merakla olacakları izliyorlardı.
Aynı anda birbirlerine, denizli horozları gibi bir dalışları vardı ki hiç bir şey ayırt edilemiyordu.
Tokatlar, pençeler, tekmeler, itmeler, kakmalar ardı ardına geldikçe yerlerde yuvarlanmalar gerçekleşiyordu. Çığlık ve bağrışmalar bir uğultu gibi etrafa yayılıyordu. Nebahat bile kendi haline şaşırmıştı. İçinden canavar mı çıkmıştı ne. Sesleri duyan büyükler, gecikmeli olsa da gelmiş ayırmışlardı ikisini. Kan revan ve kir pas içinde kalmışlardı.
(Görsel internetten alıntıdır)
Yaşanan bu olaydan sonra Ceyhun ve Nebahat bir araya gelmemeye, birinin gezdiği yerlerde diğeri olmamaya, daha doğrusu karşılaşmamaya çalışıyorlardı. Çünkü birbirlerinde açtıkları yara bereler bir haftaya ancak iyileşmişti. Okullar açıldığında Ceyhun'u bir daha hiç görmemişti. Çünkü babasının başka bir şehre tayini çıkmış bu nedenle de taşınmışlardı. 
Nebahat hem sevinmiş hem de üzülmüştü biraz. Ezeli rakibi yoktu artık. Hayatı yine eski monoton halini almıştı ve öyle devam edeceğini sanıyordu. Ancak bu konuda yanılıyordu. Çünkü okulların açıldığı ve ilkokul üçüncü sınıfa başladığı sene, hayatında asla ve asla unutamayacağı bir anı yaşamıştı...

- Dertdeva Teyze -

ARKASI YARIN DİZİSİNİN, DİĞERLERİ: Eğer okumak isterseniz diye buraya koyuyorum.


2 Aralık 2014 Salı

KÜÇÜK BİR ANI

MANTARI YEDİM, CÜCEYİ KAPTIM

          İlk dinlediğimde bu anı, fıkra gibi gelmişti bana. Bu olayı, oğlumun arkadaşının babası, gençlik yıllarında yaşamış. Bende öğrendiğim bu hoş anıyı biraz kurgulayarak ve isimleri değiştirerek sizlerle paylaşmak istedim.
          Sene 1989 yazı. Dört arkadaş, doğa ve deniz ile iç içe olan bu otele tatile gelirler. Ertesi sabah açık büfe kahvaltıda tıka basa karınlarını doyurduktan sonra tur rehberi öncülüğü ile civarda ki milli parkta gezintiye çıkarlar. Milli Park, orman ağaçları ile ve bin bir çiçekle dolu, yemyeşil börtü böceğin bol olduğu bir yerdir. Yürüyüş yaptıkları patikanın kenarından minik dereye benzer, taşlarla bezenmiş çok şirin su akıntısı vardır. Bu su, tepelerden gelen kar suları ile beslendiği için inanılmaz berrak ve soğuktur da. Kuş cıvıltıları arasında birkaç saatlik yürüyüş yaparlar. Dönmek için bir araya toplanan bu yirmi küsür kişilik gurup üyeleri için, tur rehberinin bir sürprizi daha vardır. Mantar toplayacaklardır. Oy birliği ile alınan karar sonucu rehber öncülüğünde, mantar toplamaya başlarlar. Bu etkinlik, grup içinden bir kaç kişinin mızmızlanmasına rağmen, çok ta güzel geçer.
(Görsel internetten alıntıdır)
          Otele geri döndüklerinde, ortaklaşa topladıkları mantarları tur rehberi, mutfağa teslim eder. Tur rehberi, akşam yemekten sonra herkesin odalarında topladıkları mantarların tatlarına bakabileceğini söyler. Akşam yemeğinden sonra odalarına çıkan gençler daha sonra oda servisi ile ikram edilen bu mantarları afiyetle yerler. Sohbet ettikten bir süre sonra, gençler dışarı çıkmaya karar verirler. Ancak içlerinden en zayıf olan İsmet'in ise; başı dönüyor kendini halsiz hissediyor olmasından dolayı
''Galiba beni bugün biraz oksijen çarptı'' der.
Gençlerden daha irice olan, Mehmet ise;
''Bence yediğin mantarlar çarptı seni. Galiba gruptan biri yanlışlıkla zehirli olanını toplamış.Oda sana denk gelmiş olabilir'' demez mi!
İsmet kendisine inanmayıp dalga geçen arkadaşlarına trip atıp gelmeyeceğini söyler. Diğer üç genç, ''Bizde bir şey yok, biz iyiyiz'' deyip, trip atan bu arkadaşlarını odada yalnız bırakıp, dışarı çıkarlar.
          Üç genç arkadaş dışarıda dolaşırken, odada kalmaya karar veren arkadaşları İsmet, bir süre sonra cep telefonundan arayarak; 
''Çok fazla hayal görmeye başladım oğlum. Çünkü her yerde cüce görüyorum. Mantar beni gerçekten çok çarptı galiba. Çabuk geri dönün'' der.
Üç arkadaş ise, beş on dakika daha oyalanarak istemeye istemeye geri dönerler.
Otel lobisine girdiklerinde gördükleri manzaradan dolayı şaşkın biraz da gözleri pörtlemiş bir durumda bakakalırlar. 
Ahmet ; ''Yaaaa oğlum sizde aynı şeyimi görüyorsunuz. Otele, cüce insanlar dolmuş. Yoksa mantar bizi de mi çarptı'' diye sorar.
Sonra öğrenirler ki; otel de bu denli çok cüce olma nedeni, o akşam otelde cücelerin bir konferansının varlığıymış. 
(Görsel internetten alıntıdır)
O anlarda üç arkadaş kendilerini, bir masal şehrinde dev adamlar gibi hissederler.
          İsmet akıllarına gelince, hemen kaldıkları odaya çıkarlar. Çıkmasına çıkarlar ancak, koridorda odanın kapısının önünde bir polis memurunu görürler. Gençler meraklarını gizleyemeyerek;
''Hayırdır! memur bey, sorun nedir? Hani biz bu oda da  kalıyoruz da merak ettik'' diye sorarlar.
Memur bey ise; ''Oda da kalan genç, hayal gördüğünü zannedip bu koridorda yürümekte olan bir cüceyi kucakladığı gibi odasında dolaba kilitlemiş. Zannedersem hayal mi gerçek mi gördüğünü netleştirmek için, arkadaşlarıma göstereceğim diye kaçırmış zavallıcığı. Ancak cüce cep telefonu ile arayıp şikayetçi olunca bizde buradayız işte.'' der.
Bu olay, gençlerden ikisini kahkahalara boğar. 
Ahmet ise biraz sinirli bir şekilde; ''Ulan, bir daha tatile gelirken bu manyak İsmet'i yanımıza almayalım. Bu kaçıncı vukuatı yahu'' der.
Halen gülmekte olan diğer iki arkadaşı ise;
''Olmaaz, O bizim neşe kaynağımız. Onsuz tatile asla çıkamayız, çıkmayız.'' derler.


- Dertdeva Teyze -

OKUMAK İSTEYEBİLECEĞİNİZ DİĞER HİKAYELER:
TATİL DÖNÜŞÜ  (ÖFF YANİ)




29 Kasım 2014 Cumartesi

ARKASI YARIN -5-

NEBAHAT VE AH ŞU ÇOCUKLAR !

          Sonbaharın bu güzel günlerinde çocuklar, okuldan sonra kalan zamanlarını site içinde ki parkta oynayarak geçiriyorlardı. Park, üç katmandan oluşan üst üste küçükten büyüğe doğru sıralanmış içeri toprakla doldurulmuş kasalar gibiydi. En üsteki katmanın tam ortasında kocamaaaan bir çınar ağacı yükseliyordu. 
(Görsel internetten alıntıdır)
Geceleri gölgesi o kadar kocaman oluyordu ki, çocuklar bazen yanından geçmeye korkuyorlardı. Rüzgarın etkisi ile bu ağacın dal ve yapraklarının çıkardığı sesler, sanki insanla konuşuyormuş hissini veriyordu. Oysa gündüzleri hiç öyle değildi. Bir melek gibi çocuklara kucak açmış, onların şen sesleriyle dans ediyordu sanki. Nebahat geceleri korktuğu bu ağacı, gündüzleri inanılmaz çok seviyordu. Genelde de yalnızken parkın en üst katmanında o ağacın dibinde olurdu. Sadece küçük kardeşi dışarı çıktığında, Ona bekçilik yapmak adına birlikte sağda solda dolaşıp dururlardı. 
Annesi öğleden sonra beş gibi işten geldiğinde küçük kardeşi Kenan; öğlen uykusundan yeni yeni uyanmış, karnını doyurmuş, sabırsızlıkla dışarı çıkmayı beklerdi. Annesi balkondan,
Nebahat'e seslenir: ''Kızım kardeşin geliyor göz kulak olur musun?'' derdi.
Nebahat'in ise oyunun en can alıcı noktasında hevesi kursağında kalırdı. Ya YAKARTOP oynuyor olurlardı, ya da İSTOP dedikleri oyunu. Oyunda galip gelirken ayrılmak, hep içini cızlatırdı. Ancak hem annesini kıramaz, hemde kardeşine kıyamazdı. Mecburen kabullenirdi. Nebahat o dönemlerde balkondan aşağıya bakıp, oyun oynayan çocukları seyreden kardeşinin, surat ifadesini hiç unutamadı. Kardeşinin incecik uzun boğazının üstünde ki o kocaman kafası ile ayak parmak uçlarına kalkıp, minicik elleriyle balkon demirlerine tutunarak aşağıya heyecanla sarkması Nebahat'i kendinden alıp götürürdü. Küçük kardeşi Kenan; çelimsiz, sarışın, yeşilimsi iri mavi gözleri ile iki kardeşten de farklı bir tipi sahipti. Aslında Üç kardeşte birbirine hiç benzemiyordu. Abla Nebahat kızıl saçlı olmazsa halalarına benziyordu. Ortanca kardeş Hakan, anneyi andırıyordu. Küçük kardeş Kenan ise biraz dayıya biraz amcaya benziyordu. Nebahat, küçük kardeşinde var olan inadının ise bu denli çok oluşunun genetik olarak, dayıya mı amcaya mı çektiğini hep merak ediyordu. Kenan dışarı çıktığında o nereye giderse gitsin serbest dolaşıyor, ancak abla Nebahat görünmez bir insanmış gibi Onun arkasında dolaşıyordu. Olası bir zarar görme durumunda müdahale edebilsin diye. Çünkü henüz küçük olan bu kardeş, o dönemlerde üç buçuk dört yaşları arasındaydı.
(Görsel internetten alıntıdır)
          Yine bir gün Nebahat Kenan'ın peşinde dolanırken, sitenin en küçük, cazgır beş kızı ağlaya zırlaya siteye yeni taşınan bir kızın, evcilik oyunlarını bozduğunu ve oynatmadığını, şikayet etmeye gelmişlerdi. Nebahat kızların bağrışa bağrışa konuştuklarından doğru dürüst bir şey anlamamıştı. 
''Bağırmadan tek tek konuşun'' dedi.
İçlerinden en tombiği ağlayarak; '' Eee biz evcilik oynuyorduk. Eeeee O abla geldi. Eeeee Burada oynayamazsınız dedi. Eeee Biz niye? dedik. O, Oo, Ooo, canım öyle istiyor dedi. Evimizi bozduuuuu'' derken de içini çekiyordu.
Diğerleri de hep bir ağızdan; ''Evett. Biz yapma dedik. O bizi dinlemedi. Bir de pis pis güldüüüü. Ona gününü göster Nebahat aplaaaa'' 
Ayyy bu '' Aplaaa'' sözü yok mu? Gıcık oluyordu Nebahat. Neyse, kızların biraz abarttığını düşünerek; kızlar önde arkada Nebahat, Nebahat'in arkasında Kenan koyun güder gibi sitenin en sonda ki binanın olduğu yere gitmeye başladılar. Söyledikleri kızın, apartman girişinde merdivenlerde oturduğunu gördüler. Küçük cırcır böceği gibi uğuldayan şikayetçi kızlar daha fazla ilerlemeden oldukları yerde sessizce durup dikkatlice izlemeye başladılar.
Nebahat: ''Hey sen! Bakar mısın? bir'' demesiyle. Kızın bina içerisine kaçması bir oldu. Nebahat kapıya koştu ancak yetişemedi. Oysa sadece olayın sebebini öğrenmek istiyordu. Ama arkadaki cazgır beşli kız, Ohh! canımıza değsin, şimdi sen görürsün, gibi işaretler yapınca; kızcağız da  korkuya kapılarak içeri kaçmıştı. Binanın önünden ayrılırken kızlar mutlu, Nebahat biraz şaşkın, olaya tanık olan Kenan ise kıkırdıyordu durmadan.
Bir hafta geçmişti ama kızlar bir daha şikayete gelmemişlerdi. Demek ki bir daha bu bücürük kızlara bulaşmaya korkmuş, yanlarına bile yaklaşmamıştı.
          Bu olaydan kısa bir süre sonra;
Nebahat'in annesi: ''Kızım, geçen ay sitemize taşınan şu son bloktaki komşumuza gider misin? Ütüleri bozulmuştu. Bende bizdekini ödünç vermiştim. Şimdi lazım oldu. Alabilir misin?'' dedi.
Nebahat, büyüklerin sözünü hiç ikiletmez, oldukça saygılı, söz dinleyen bir kızdı. Zaten yeni taşınan komşularını da merak ediyordu. Mesela kendisiyle yaşıt kızları var mıydı bilmiyordu. Bu konuda annesi de bir şey söylememişti.
Daire numarasını öğrendikten sonra binanın girişine gelmişti bile. Merdivenlerden çıkıp ana kapıya ilerlerken geçen haftalarda burada yaşadığı o olayı hatırladı. Sitenin beş cırcır böcüğünün, şikayeti üzerine geldiğinde kıza seslenmesiyle kızın içeri kaçtığı an geldi aklına. Apartman merdivenlerinden çıkarken hatırladığı o olaya, kendi kendine gülüyordu. Kapının zilini çaldığında kafası aşağıda paspasa bakıyordu. Kapı aralanırken, Nebahat'in hatırladığı o olaydan ötürü suratında pis bir sırıtma vardı. Kafasını kaldırdığında kapının arkasında ki kızın, şu an gülmesine sebep olan kız olduğunu fark etmişti. Ama kızda Nebahat'in suratında ki o gülümsemeyi, sinsice bulmuş olmalı ki korkuyla kapıyı hemen kapamak istemişti. Nebahat yanlış anlaşıldığını fark edince, kapının kapanmasını engellemek için elini kapının aralığına koydu.
(Görsel internetten alıntıdır)
Ama ne fayda kapı kapanıp parmakları sıkışınca bir ciyaklama sesi yankılandı apartman boşluğunda. 
(Görsel internetten alıntıdır.) 
Kapının tam kapanmadığını fark edince daha kuvvetli ittirirken; Nebahat el parmaklarını kurtarmak için bu sefer ayağını eşik ile kapı arasına koydu. El kurtuldu ancak şimdi ayak ve ayak parmakları sıkışmıştı. 
Nebahat çaresiz; ''yapma! yapmaa! ben senin için gelmedim'' diye bağırmasını kızın annesi duyup gelmese tamamen sakatlanacaktı muhtemelen.
Annesi; ''Ne yapıyorsun? sen öyle!'' diye kızını azarladı.
Nebahat'in öylesine canı yanmıştı ki; O an kızı bir eline geçirse parçalayacaktı. Annesi azarladığı kızının adına kaç kere özür diledi, Nebahat bile hatırlayamıyordu. O sadece çakmak çakmak gözlerinden ateş püskürür gibi kıza; seni bir elime geçirirsem yüz ifadesi ile bakıyordu. Gururundan ve öfkesinden tek damla yaş gelmemişti gözlerinden. 
Ancak ağlak bir ses tonuyla: '' İşiniz bittiyse eğer ütüyü alabilir miyim? anneme lazım olmuşta'' diyebildi.
Olaydan birkaç gün sonra el ve ayak parmakları normale dönmüştü fakat hala şişkinliği vardı. Bu olaya sebep olan kızı da o günden sonra hiç ama hiç görmemişti. Annesini ütüyü almaya gittiğinde hatırlamıştı. Onların ilk taşındıklarında, evlerinin önündeki çimenlikte çocuklarla oyun oynarken babası ve annesi Nebahat'e çikolata vermişlerdi. Nebahat'de oradaki çocuklarla paylaştığı çikolatayı yerken;
Kızın annesi ve babası: ''Bizimde sizin gibi iki kızımız var. Birisi senin yaşlarında. İyi arkadaş olursunuz umarım.'' diye de yorum yapmışlardı.
          O gün Nebahat yine kardeşi Kenan peşinde parkta dolaşırken adını sonradan öğrendiği Canan'ın anne ve babası ile yanına geldiklerini gördü. Uzun zamandır kız hiç ortalıkta gözükmüyordu. Aslında Nebahat'de merak ediyordu. Bu kız nereye gitti diye.
Meğerse o yaşanan olaylardan sonra; korkudan okuldan eve, evden okula gidiyor hiç dışarı çıkmıyormuş.
Nebahat'e seslenip: ''Bir iki dakika konuşabilir miyiz?'' dediler.
Nebahat şaşkın yüz ifadesi ile kendisine doğru gelen aileye bakakalmıştı. Anlamamıştı daha doğrusu ne olacağını. Aile kızlarının hatalı olduğunu bundan dolayı hem kendileri hemde kızlarının özür dilemeye geldiğini açıkladılar. Nebahat'in bu saygılı ve önemsenen tarzdaki konuşma, gururunu okşamıştı. Zaten merhametli ve kindar olmayan Nebahat'in yelkenleri suya inivermişti. Anlaşmaya varmanın rahatlığı ile anne ve baba kızlarının adına, oradaki tüm çocuklara yine çikolatalar dağıtmışlardı. Afiyetle çikolata yiyen çocuklar teşekkür edip oyunlarına, yeni katılan arkadaşları Canan ile devam etmişlerdi. Bir bilseniz şu çikolatalar, o dönemlerde nelere kadirdi. Neyse, böylece bu olay tatlıya bağlanmış neşe içinde uzuuuun bir müddet keyifli anlar yaşamışlardı.
Ta ki Ceyhun sonraki yaz başlarında, Nebahat'e kafa tutuncaya dek...

-Dertdeva Teyze -

26 Kasım 2014 Çarşamba

ARKASI YARIN -4-

NEBAHAT'İN ADALETİ

(Görsel internetten alıntıdır) 
          Koca bir yaz geçmiş, artık okullar açılmıştı. Nebahat ve kardeşi anne ve babasının yanında, onlara eşlik etmesi için köyden kuzenleri Feride ablaları ile birlikte gelmişlerdi. Halası bu sene gelmemişti. Çünkü ortalığı karıştırıp fitne fesatlık yapınca evde ki huzuru bozmuştu. Yetmemiş üstüne bir de küslük çıkarmıştı. Görümce olarak kendisini ağırdan alıp, yalvartmak istiyordu, haksız olmasına rağmen. Çünkü henüz yaşları sekiz ve yedi olan iki küçük kardeşten hariç dört yaşında yaramaz mı yaramaz bir sarışın velet daha vardı ki, enerjisine ayak uydurana aşk olsun. Ancak Nebahat'in annesi Nesibe hanım, çok incinmişti bu sefer. Kocası da karısına destek olmuştu. Çünkü birebir tanık olmuştu karısı ve kız kardeşi arasında yaşananlara.
Bu nedenle, yanlarına köyden kimsesiz bir genç kız almaya karar verdiler. Hem çocuklara destek olması hem de ev işlerinde yardımcı olması adına. Böylesi daha huzurlu olacaktı da. Ne Nesibe hanımın kız kardeşlerinden biri ne de Nevzat beyin kız kardeşlerinden biri gelecekti. Ancak Köyde kalan hala ile anlaşamayan kuzen Feride amcasının yanına gitmek isteyince vazgeçildi bu düşünceden. Köyden dönerken Nesibe ve Nevzat'ın yanın da yeğen Feride ve üç çocuk vardı. Gerçi Feride de çok büyük sayılmazdı. Çelimsiz, alıngan ergen bir kızdı sonuçta. 
Nebahat'in annesi Nesibe hanım, beş kardeşti. Anne babasını birer sene arayla hazin bir ölümle kaybetmişti. Kardeşlerin ortancası ve okuyan olunca daha okul yıllarında ablalarına ve kardeşlerine analık yapmıştı. Bu nedenle mecburi hizmetini doğduğu köyde, devlet memuru olarak köy ebeliği yapmayı seçmiş bu konuda talihte yüzüne gülmüştü. Böylece eşi Nevzat, İstanbul da üniversite okuduğu sıralarda Nesibe hem çalışıp hem de kardeşlerine göz kulak olabiliyordu. Eşi Nevzat Beyin okulu bitiğinde Nesibe'nin de mecburi hizmeti bitmişti. Eş nedeniyle tayinini şehre aldırmış, eşinin çalıştığı fabrikanın lojmanlarına taşınmışlardı. Yazları bir aylığına çocukları köye götürüyorlar, sonra izinlerinde  Onlarda köye çocuklarının yanına gidiyorlardı. Hem aile büyüklerini ziyaret etmiş oluyorlar hem de çocukları ile birlikte vakit geçirmiş oluyorlardı. Yaz sonuna doğru hep birlikte evlerine dönüyorlardı. Çocukları özlemek ve izinde köyde çalışmak olmazsa bu durum aslında iyi de oluyordu. Halanın gelgitleri olmazsa çocuklar her daim şehirde yanlarında kalırdı yaa!!!. 
          Nebahat okula başladığının ikinci senesiydi. Okulunu çok seviyordu ancak şansı öğretmenlerden yana hiç iyi olmamıştı. Çünkü, ilkokul boyunca beş öğretmen değiştirecekti. Tam öğretmene alışıyor, ısınıyordu ki, hoooop başka öğretmen geliyordu. Şu an hayatına giren ikinci ancak hamile olduğu için ayrılmak zorunda kalacak öğretmeni ile idi.
          O gün, okula gitmek için hazırlanıyordu. Kardeşi Bora, çoktan hazırlanmış binanın girişinde ki merdivenlerde sabırsızlıkla ablasını bekliyordu Nebahat ise balkonda temiz siyah önlüğünü giymiş, kolalı beyaz yakasını takmış, elindeki mendilleri cebine koyarken Feride ablası saçlarını örme hazırlıkları yapıyordu. Feride ablası, saçını güzelce ikiye ayırmış tam bir tanesinin örgüsünü bitirmişti ki; aşağıdan bir patırtı ile ağlama sesleri gelmeye başlamıştı. Nebahat bir horoz edası ile balkondan aşağıya kafasını uzatmasıyla gördüğü manzara sonrası kapıya doğru koşturması bir oldu. Feride daha ne olduğunu anlamamıştı ki, Nebahat terlikleri ayağına geçirdiği gibi üç kat aşağıya fırtına gibi inivermişti. Ne hikmetse kardeşleri söz konusu olduğunda aslan kesiliyordu.
Nebahat'in ikiz gibi büyüdüğü erkek kardeşi Bora'ya komşu çocuklarından en sıskası bir iki kere patlatmıştı. Elinde ki şekerden vermiyor diye. Saçının bir tarafı örülü diğer tarafı salık, elleri belinde çocukların karşısına dikildi bir dakika sonra.
Nebahat : ''Ne oluyor burada?'' diye hesap sordu.
Çocuklar: ''şeker vermedi bize'' deyince.
Nebahat: ''Döverek mi alınır şeker, canım sizde'' diye söylenmişti. Aynı zaman da içinden obur kardeşine de kızıyordu hem şeker vermediği için, hem de bu sıska çocuktan dayak yediği için. Öfkeyle o sıska çocuğun ensesinde ki önlüğünün yakasından tutup kardeşinin önüne getirdi. 
Ve dedi ki : ''Vur, bir tokat bakayım''.
Kardeşi Bora elini kaldırdı, fakat o an çocuk gayriihtiyari elleri ile yüzünü örtüp, ağlak ifadesiyle bakınca. Bora acısını unutup vazgeçti.
(Görsel internetten alıntıdır.)
''Aplaaaa vuramayacağım, acıdım'' dedi.
Çok sinirlenen Nebahat bir tane kardeşine patlattı.
Kardeşi ablasına ablak ablak bakarken, ağlayamadı bile acısına. Nebahat iki tane de yakasından tuttuğu sıska çocuğa patlattı. 
Dedi ki : ''İstemesini bileceksin. İlk attığım tokat bir daha böyle şey yapmaman içindi. Diğer tokadı ise kardeşime vurduğun için patlattım sana. Ayağını denk al pişman ederim seni'' 
O ara kardeşi : ''Aplaaaa, bana niye vurdun ki'' diye seslenince. 
Ablası da ''Arkadaşlarına şeker vermediğin için bir de O sıska çocuktan dayak yiyip, dayak atamadığın için dövdüm seni'' dedi.
Hakan ise içinden, şekerden verseydim o zaman bana kalmazdı ki diye mırıldanıyordu.
Çocuklar suçlu olduğu için annelerine de şikayet edemediler. Çünkü kendi kardeşini de döven bu kızdan azıcık korkar olmuşlardı.
Sitede haksız yere çocuklardan dayak yiyenler Nebahat'in yanında soluğu alıyorlardı. Nebahat de haklı görürse eğer canlarına okuyordu. Böylece ün salmıştı sitede de.
         Büyüklerin, çocuklara ablalık yaptığı için bazen kendisine çikolata alıp vermeleri Nebahat'in çok hoşuna gidiyordu. Siteye yeni taşınan aileler çocuklarını Nebahat ile  ''Bak bunlar bizim çocuklarımız'' diye tanıştırdıkları da oluyordu. Doğrusu bunu niye yaptıklarını anlamıyordu ancak siteye yeni arkadaşların gelmesinden de çok mutlu oluyordu.
Ta ki başına şu olay gelene dek.....

- Dertdeva Teyze -

24 Kasım 2014 Pazartesi

ARKASI YARIN -3-

AHH  NEBAHAT  !

(Görsel internetten alıntıdır)
          Yazları, genelde ılıman bahar tadında, kışları ise oldukça soğuk geçen bu dağlık köyde güneş, yaz mevsiminin son ayı olmasına rağmen ortalığı kavuruyordu. 
Hatta anlatırlardı; sınırda askerliğini yapmak için sıcak bölgelerden gelen gençler her daim soğuktan üşüyüp gocuklarını giymekten bıktıkları zaman komutanlarına sorarlarmış;
Erler: '' Komutanım yaz ne zaman gelecek bu memlekete'' diye. 
Komutanları ise:'' Ağustos ayındayız zaten, çocuğum ne yazı? yaz bitiyor'' dermiş.
Bu nedenle, buralar da ender rastlanırdı bu sıcak havalar. 
         Nebahat'in hayatına üç senedir ortak olan ve ikiz gibi büyüyen kardeşinden hariç, şimdi yeni bir kardeş daha geliyordu. Nebahat'in annesi, kendi ve erkek kardeşinde olduğu gibi bu kardeşini de tatillerinde aile büyüklerini ziyarete geldikleri bu köyde dünyaya getirecekti. Çünkü babası, iş için yurt dışına çıkmış ancak bu doğumunda annesine yanında olacağına söz vermiş olmasına rağmen gelememişti.
Allah'tan Nebahat'in annesi ebe olduğu için diğer doğumlarında olduğu gibi bunda da pek panik yaşanmamıştı.
          Sancıları başlayınca Nebahat'i, kardeşini ve üç kuzenini bulundukları odadan alelacele çıkarmışlardı. İlk anlar hiçbir şey anlamayan şaşkın Nebahat daha sonra, kardeşinin dünyaya geleceğini bu nedenle odaya alınmayacaklarını fark etmişti. Meraktan da ölüyordu. Kardeşini suç ortağı olarak yanına alıp tavan arasına çıkmaya karar verdi. Daha önce babaannesi bir kere çıkarmıştı çatı aralığına. Ne muazzam bir yerdi burası. Her yer gizemli, keşfedilmeye hazır, bulmaca gibi bir yer olan bu çatı aralığında saatlerce sıkılmadan kalıp, kurcalamak ne zevkli olurdu diye düşünmüştü o zaman. Köy evinin avlusunda, çatı aralığına çıkmak için tahta duvara dayalı her daim bir merdiven dururdu. Kalaslardan yapılmış, sağlam ama basit bu merdivenden daha önce tek başlarına hiç çıkmamışlardı. Çünkü basamak aralıkları bacak boylarından, daha büyüktü. O dönemlerde  Nebahat dört, kardeşi ise üç yaşlarındaydı. Ancak Nebahat, fark etti ki kaç yaşında olursa olunsun insan da ki merak, korku falan hissettirmiyormuş. Çatıya çıkmayı başaran kardeşler, birinci etabı zorda olsa atlatmışlardı. Şimdi sıra annelerinin bulunduğu odanın hizasını hesaplayıp, yarı loş bu ortamda molozlar ve kirişler arasından atlaya zıplaya gidebilmekti. Annelerinin bulunduğu odanın bölümüne dikkatli ve sessizce gelerek ikinci etabı da atlatmış oldular. Sıra ellerinde Büyükbabalarının takım çantasından yürüttükleri Burgu Aleti ile zemine delik açmaya gelmişti. 
(Merak edenler için, internette aradım ancak bulamayınca; size resmini çizdim. Fikir sahibi olabilmeniz adına)
Odada annesini ve kardeşini görebileceği yeri tahmin ederek tahta zeminde, burgu aleti ile ilk deliklerini açtılar. Kapı çıkışına denk gelen delikten, tek gözleri ile aşağıya bakınca sadece giren çıkan ve elinde bir şeyler taşıyan halasını ve babaannesini görebilmişlerdi. Sonra bir delik daha, sonra bir delik daha açmışlardı. Deliklerin sayısı tam yedi tane olmasına rağmen tutturamamışlardı. Zaman ilerlemiş; yorulmuş, enerjileri de kalmamış olmasına rağmen hiç bir şey görememişlerdi. Aşağıya inmeye karar verdiler. Geri dönüşler ve merdivenden inişleri çıkışları kadar kolay olmamıştı. Allah'tan amcaları yetişmişti de inmelerine yardım etmişti. 
Bebek ağlama sesini duyunca o şamata da açık kalan kapıdan içeri sızıverdiler. İki kardeşi fark edip dışarı çıkarılana dek gördüklerini heyecanla, köyde hem salon hem mutfak olarak kullanılan odada diğer aile efradına anlatıyorlardı. 
Nebahat : ''Kardeşimin başı kavun gibi büyük ve çok uzun'' demişti, bağıra bağıra.
Kardeşi ise göbek bağını yanlış algılayıp, Şaşkın yüz ifadesi ile ''kardeşim erkekmiş, ama çok uzuuuun pipisi var '' demişti.
O zamanlar kendilerinin anlamadığı sonradan fark edecekleri bir kahkaha tufanının kopmasına sebep olmuşlardı.
Ertesi günü Büyükbabaları alet çantasının kurcalandığını fark edip çatı aralığından oda tavanının, delik deşik olduğunu görünce sinirden kıpkırmızı olup bağırmaya başladığın da, bizim iki kardeş soluğu bahçede almışlardı. Korkudan akşama dek büyükbabalarının gözüne gözükmemişlerdi. 
Nebahat'in dört yaşındayken yaptığı bu yaramazlık, son olmayacaktı da... 

- Dertdeva Teyze -


19 Kasım 2014 Çarşamba

ARKASI YARIN -2-


- NEBAHAT -
(Not: Görsel internetten alıntıdır.)
          Nebahat, ülkemizin en kuzeyi ile en doğusunun kesiştiği dağlık bir şehrin, dağlık bir köyünde dünyaya geldi. Anne ve babası memur olan Nebahat ilkokula dek yazları babaannesi ile köyde, yaylada doğayla iç içe organik bir yaşam sürdü. Kışları şehirde anne ve babasının yanında kah babaannesi, kah halası ile birlikte kalıyorlardı.
Nebahat daha üç aylıkken annesinin kardeşine hamileliği nedeniyle anne sütünden mahrum kalmıştı. İlk zamanlar bir keçi almışlardı. Anne sütüne en yakın, kalsiyum bakımından zengin olduğu için. Başlarda her şey çok güzel gidiyordu. Ancak bir ay olmuş yada olmamıştı ki keçi yüksek dağ yamacından düşüp ölmüştü. Ah Nebahat yine sütsüz kalmıştı. Nebahat'ın babası ve annesi O'nun için bu sefer bir inek almışlardı. Kaçıp yamaçlara tırmanmasın diye. O inek ne bereketli süt veriyordu. Hollanda inekleri yanında halt etmişti. Ancak yayladayken sürüden ayrılınca kurt canına okumuştu. Ölmeden kesmiş yemişlerdi. Nebahat, süt konusunda basiretsiz bir çocuktu ancak köyde tereyağı, bal, pekmez, peynirle bol ve sağlıklı beslenmişti. 
          Kırmızı yanaklı, ela gözlü, kızıla çalan saç rengi ile çilli, şirin mi şirin bir çocuktu Nebahat. İki yanda minik saç kuyruğu ile ortalıklarda arı gibi dolaşan, durmak bilmeyen enerjik bir çocuktu aynı zamanda.
(Not: Görsel internetten alıntıdır.)
Gel zaman git zaman yazları köyde, kışları şehirde hemen arkasından dünyaya gelen erkek kardeşiyle ikiz gibi büyümüşlerdi. Zırt pırt ''Ablaaa'' diye seslenmese ikiz sanıyorlardı da. İlkokul da başarılı, zeki, sevilen bir çocukluk geçirmişti. Mutlu ve huzurlu geniş bir aile de büyümenin etkileriydi bu. Aileden gelen bu kültür ile Nebahat iyi geçinen, anlayışlı, adil, saygılı ve lider ruhuna sahip bir çocuktu.
'' Bilerek veya bilmeyerek birinin kalbini asla kırma. Çok büyük bir günahı vardır. Allah affetmez mazallah'' sözünü teyzesi söylemişti daha o küçük yaşlarda. Nebahat, sonra ki yaşlarda kalp kırmamak için kendi kalbinin zaman zaman paramparça olduğu anları yaşayacaktı.
Aile büyükleri, teyzeler, halalar ve babaanne ile büyüyen Nebahat genel de '' öyle yapma ayıp, böyle davranma ne derler, bunu yapma yakışıksız'' sözleri ile büyüdü. Gençlik yıllarında, yaptığı işlerde kendine güvenmesine rağmen öz güven eksikliği olan, mülayim, hayır demesini bilmeyen, ince ruhlu bir genç kız olmuştu.
- Dertdeva Teyze -